Biyografi Ara

Sait Faik Abasıyanık Kimdir? Biyografi

 

Sait Faik Abasıyanık
Sait Faik Abasıyanık (Mehmet Sait), 23 Kasım 1906 yılında Adapazarı'nda doğdu. varlıklı bir ailenin çocuğu olmanın verdiği rahatlıkla büyüdü. Baştan itibaren okulu pek sevmedi.

İstanbul Erkek Lisesinden yaramazlıkları nedeniyle 41 arkadaşıyla birlikte, Bursa Lisesi’ne gönderildi ve oradan mezun oldu.Edebiyat fakültesinde başladığı yüksek öğrenimini yarım bıraktı,babasının zorlamasıyla iktisat okumak için İsviçre’ye gönderildi. Daha sonraları, bu yolculuğu gezmek ve eğlenmek adına yaptığını itiraf etmiştir. Nitekim, aylak geçirdiği günler nedeniyle okulu tamamlayamadan babası tarafından geri çağrılmıştır. Sait Faik’in bu dönemde yaşadığı aşkların, eğlence ve içki dolu yaşamının ve gezdiği Avrupa şehirlerinin sanatçı kişiliğinin üzerinde olumlu anlamda etkisi olmuştur.

İstanbul’a döndükten sonra, bir süre boş ve anılarıyla başbaşa yaşadı. Zamanla canı sıkılınca bir işle uğraşmayı düşündü.Bir süre Türkçe öğretmenliği yaptı , bir süre ticaretle uğraşmayı denedi .Sait Faik’in bu sıralarda ilk kitabı yayınlandı. 1936 yılında yazdığı mektubunda ilk kitabı için şunları söylemiştir. ''Kitabım bir kaç güne kadar çıkmak üzeredir. Adını Semaver koymuş bulunduk Kitap bir çok yanlışlıkla çıktığı için pek ümitsizim.''

İlk kitabından sonra da hikayeler yazmaya ve yayınlamaya devam eden Sait Faik, 1939 da ikinci kitabı olan ''Sarnıç'' yayınladı..Aynı yıllarda çıkan üçüncü kitabındaki ''Çelme'' adlı hikayesi yüzünden askeri mahkemeye verilmiş, 1944 yılında yayınlanan ''Medar-ı Maişet Motoru'' adlı kitabının asılsız bir ihbar üzerine toplatılması nedeniyle çok üzülmüş ve yazmaya küsmüştür. Sait Faik, çabuk kırılan ve küsen bir yapıya sahipti.

İlk kitabının yayınlanmasından sonra da fazla satmaması nedeniyle üzülmüş ama yazmaya devam etmişti. Üst üste gelen bu olaylara daha fazla dayanamadı ve Burgaz Ada’ya çekildi. Adadaki yaşamında, balıkçılık ve ada halkıyla yakından ilgilenmiş sonrasında bunları hikayelerine konu etmiştir.

Bu küskünlüğü uzun sürmemiş, yazı hayatına tekrar dönüş yaptığı kitabında ''Haritada Bir Nokta'' adlı hikayesinin sonunda: ''Söz vermiştim kendi kendime: Yazı bile yazmayacaktım. Yazı yazmak da bir hırstan başka ne idi? Burada namuslu insanlar arasında sakin ölümü bekleyecektim. Hırs, hiddet neyime gerekti? Yapamadım. Koştum tütüncüye kağıt , kalem aldım. Oturdum. Adanın tenha yollarında gezerken canım sıkılırsa küçük değnekler yontmak için cebimde taşıdığım çakımı çıkardım. Kalemi yonttum. Yonttuktan sonra tuttum öptüm. Yazmasam deli olacaktım.''

Böylece yazı hayatına yeniden dönen Sait Faik,''Lüzumsuz Adam'' adlı kitabını ancak 1948 yılında yayınlandı. Kitaba ismini veren hikayeyi ilk yazdığı günlerde ona isim bulamamıştı. Bu öyküyü okuyan Yaşar Nabi Nayır, daha önce Sabahattin Ali'den duyduğu Lüzumsuz Adam'ı önerdi. Bu ismi çok beğenen Sait Faik, onu, hikâyesinde kullandı. Bundan sonra Sait Faik için verimli bir yazı hayatı başladı ve tekrar İstanbul’a döndü. Günlerini Beyoğlu’nda geçiriyordu. Bu semtin en şüpheli batakhanelerine gece yarıları bile girmekten çekinmezdi. Mavi gözlü bir balık gibi İstiklal caddesinde aşağı yukarı dolaşır, söylenenleri dinler, onlardan bir şeyler çıkarmaya çalışır, insanları incelerdi. Aşık olur, evlenme düşleri kurardı. Bunu yazılarında şöyle belirtmiştir:

''Saçım tek tük, sakalım ağardı. Fakat her zaman pencere önlerinde bir hayal bekledim. Ne kadar hakikat oldularsa , şimdi bütün hepsi o kadar hayaldir.''

Gecelerini Bulgar çarşısındaki apartmanında geçirirdi. Yakın dostlarını candan severdi. Kini 24 saat sonra eski zaman havuzları gibi durulurdu. Çocuk gibi küserdi. Konuşması küfürlü idi. Böyle olduğu halde kibardı. Hikayelerini güç yazardı. Uzun uzun dolaşır , görür sonra bir yere kapanır, dolmuş bir akümülatör gibi boşalıverirdi. Bazen kalemi kağıdı cebine sokar, Burgaz’daki çamlığa giderdi. Orada tabiatla baş başa, aklına geleni yazardı. Çok kere de evde geç vakitlere kadar çalışırdı. Hikayelerinin çoğunu sarı yapraklı bir okul defterine kurşun kalemle yazmıştır.

Sait Faik, 1944 yılında tanısı konulan siroz hastalığı nedeniyle sıkıntılar ve krizler yaşıyordu. Ölüm korkusu , hikayelerine de yansımıştı. İyileşeceğine bir türlü inanmıyor, bu duygu en küçük hareketinden, en neşeli kahkahasına kadar yansıyordu. Alnı kırışıklıklarla dolmuş, zaten seyrek olan saçları iyiden iyiye beyazlamıştı. Dudakları bütün lezzetlere susamış, mavi gözleri çocuk gözleri gibi temiz görünmeye başlamıştı.

Ölüm korkusu duyduğu günlerde ters, patavatsız bir insan olur, hırsından tırnaklarını yerdi.İçindeki yaşama hırsı, yaşama isteği kaybolmamıştı. Hişt ! Hişt! Adlı hikayesinde yaşamın bilinmeyen sırları hakkındaki düşüncelerini şöyle yansıtmıştır:

''Nereden gelirse gelsin, dağlardan, kuşlardan, denizden, insandan, hayvandan , ottan , böcekten, çiçekten. Gelsin de nereden gelirse gelsin!.. Bir hişt hişt sesi gelmedi mi fena. Geldikten sonra yaşasın çiçekler, böcekler, insanoğulları… Hişt hişt Hişt. Hişt hişt. Hişt hişt''

1953 yılında Amerika Birleşik Devletlerindeki Mark Twain derneği , modern edebiyata yaptığı hizmetlerden dolayı Sait Faik’e onur ödülü vermiştir.

Yaşamının sonlarına yaklaşırken, çok sevdiği İstanbul’u da sevmez olmuş, adada annesinin hastalığı ile ilgili gösterdiği özenden de uzaklaşınca, hayata bağlılığı bütün yazılarında görülen Sait Faik ne yazık ki çok korktuğu sondan kurtulamadı.

Sait Faik Abasıyanık, 11 Mayıs 1954 tarihin vefat etti.

Ölümünden sonra annesi'nin girişimleri ile Sait Faik Hikaye Ödülleri verilmeye başlandı. Annesinin ölümünden sonra da Darüşşafaka Derneği, bu ödülü halen devam ettirmektedir.

Öykücülüğü üzerine:
Sait Faik gibi bir yazar ve eserleri üzerine yapılmış pek çok değerlendirme var kuşkusuz. Bu değerlendirmeler içinde Tahir Alangu'nun "Cumhuriyetten Sonra Hikaye ve Roman" çalışmasında yer alan Sait Faik bölümü, -hem yazarın etkilerinin hala sıcaklığını koruyor olması, hem de Tahir Alangu'nun titizliği açısından- en başarılılarından bir tanesi. Yazının geri kalan bölümünü onun çalışmasından alıntılarla sürdürürken, Sait Faik'i tanıtmanın yanı sıra, Tahir Alangu'nun eleştiri tarzını da hatırlatmayı amaçladım.

"Düşünce ve duygularını, hele kendi kurallarını getiren yeni bir sanatçı olarak başıboş ve özgür yaşama tutkularını anlamayan, buna karşı olan bir çevrede yetişti. Ancak on beş yıl çabaladıktan sonra kendini bu topluma bir parça kabul ettiren, küçük bir üne sahip olabilen Sait Faik'in, aile çevresinden başlayarak yaşadığı öteki çevrelerle tam ve düzenli, doyurucu ve destekleyici bir anlaşma içinde olduğu söylenemez. İlk hikayelerinden başlayarak bütün eserlerinin, artistçe kendi üslubunda bir yaşamayı yadırgayanlar ile çatışmalarının aynası olduğu görülür. Bu tür bir çatışmanın olmadığı yerde de, çağının sanatını ve yerleşmiş sanat ölçülerini aşan bir yeni ve güçlü sanat eserinin yeşermeyeceği de açıktır. Böylece onda, edebiyatı, özentilerden, romantik ucuzluklardan kurtarmak, bir başka kata yükseltmek isteyen bir davranışın varlığı daha ilk adımlarından belli olmaktadır. Sait Faik, hikayeyi "edebiyat yapanların" elinden kurtarmaya gelmiştir.

Onun ilk hikayelerinden başlayıp gerçeklerden düşlere doğru yürüyen anlatışındaki zaman zaman değişen kuruluş denkleminin, ölümüne yakın yıllarda tamamıyla değişeceğini, gerçeğin allegoriler, gerçeküstü unsurlarla kapatılacağını göreceğiz. Git gide gerçekten; küçük adamlar kalabalığının yaşadığı hayattan koparak, yalnızlığın vahşiliğine,  kavun acısı yalnızlığın dehşet verici bunaltılarına, yaklaşan ölümün ezici gölgeleri arasına karışıp yürüyüşünü, yine hikayelerinin aynasından seyredeceğiz. Hayatı ve eserlerinin iç içe oluşu, onun sanat anlayışının olduğu kadar, ancak çok iyi bildiği konuları ve hayatları anlatmak istemesinin de bir sonucuydu. Düşünce ve sanata karşı alabildiğince kayıtsız, sağır bir çevrede, dış çatışmalarla bezgin, içe dönük ve kavgacı, umutla umutsuzluk arasında, kaybettiklerini kenar mahalleler, köprü altları, balıkçılar ve küçük insanların yaşamlarına katılarak bulmak istedi.

İlk hikayelerinde olayları toplumcu bir açıdan gözlemeye çalıştığı, gözlemci bir gerçekçiliğe yöneldiği görülür. Bu yıllarda, "Vakit gazetesi" çevresindeki yazarlar arasında tutulan, toplum çatışmalarını anlatan hikayeleri ile "küçük adamın günlük yaşayışını" ele almaya başladı. Eskilerin kenarda köşede unuttukları, kimselerin varlığından haberdar olmadıkları "küçük adam"ı edebiyatımıza getiren o olmadıysa bile, yerleştiren, bilinmeyen yönlerini gösteren, bir moda haline getiren, en güzel hikayelerini yazan o olmuştur. Ona göre, asıl hikaye çekişmeler ve çatışmaların yaşam ve geçim kavgası ile ilgili olan yanında değil, onun ötesinde kalan yaşama sevincinde, halkın hayatında sürekli olarak giden, direnmeyi güzel ve umutlu bir hale getiren paylaşılmış sevgidir.

Sait Faik, yeni, kendine has, büyük şehrin aylaklarına yönelmiş hikayelerine, onu yavaş yavaş ölüme götürecek bir hastalığın teşhisi ile birlikte başladı. Ölüm korkusunun, onu, hikayede bir anlamda yaşama ve yazma tutkusu içinde her şeyi unutmaya, belki de ardında yaşayacak bir varlık bırakma endişelerine götürdüğünü, sonunda sıtmalı bir yazma devresine girdiğini görüyoruz. Ayrı din, millet, zümrelere bağlı insanlar ve mesleklerin ayırıcı çizgilerinin ötesindeki ortak vasıflara yönelerek, İstanbul'un beşeri bütünlüğünü veren mozaiğin ayrıntıları arasına iyice karışıp gömülerek, 1946-1954 yılları arasındaki sekiz yıl içinde ölümü bekleyişin sıkıntılarını avutmuştur. Hikayede hayatı, hayatta süreli ve düşlü hikayeleri yaşaması birbirinden ayrılamayacak denli içe içe geçmiştir.

Sait Faik, kuruluşuna katılmadığı bir dünyanın kendine uymazlığı yüzünden dışa düşmüştü. İçinde yaşadığı toplum o süre içinde, Osmanlı yaşama üslubundan kopuşunu çabuklaştırmış, yeni bir yaşama düzeni ise "yeni insanı" destekleyecek ölçüde gelişmemişti. İnsan yenileşmesi başka yenileşmelerle orantılı olmadığından, yaşam bir yerde kuruyuvermişti. Sanata, bilime, devrimlere yönelen kuşaklar, kurulu düzenin çıkarcı tersliği karşısında bocaladılar. Devrimlerin duraklayışı, devletin aydın ve sanatçı kuşaklardan koruyucu ve yol açıcı desteğini kesişi de, bu yeni edebiyat öncülerini toplumdan kopardı, yabancılaştırdı. Sanatçıları çoğu, eski uygarlık düzenini yitiren, yenisini kuramayan düzensizliğin kargaşası içinde, evrime değil, yokluğa düştüler. Sait Faik'in arkadaşlarının çoğunun başına gelen budur. Sait Faik'in hayat dramı, onu yokluğun da, evrimin de karşısında kalıp direnmeye zorladı. Onun son hikayelerinde "gerçeküstücülüğe yönelik özellikler bulanlar oldu. Onda düşünceden, bilinçli seçmeden gelen bir gerçeküstücülük değil, yukarıdaki şartlara göre ve o anlamda bir "gerçeği örtme", yaşadığı dramı ifade etme söz konusudur.

Onun eserlerinde bir çağın bütün anlamı, kendi kuşağının düşünce ve davranış çıkmazlarının zengin bir tasviri vardır. Bu eserlerde yalnız Sait Faik'in değil, kargaşanın ortasında bırakılmış kuşakların dramı da anlatılmıştır".

Sait Faik Abasıyanık Eserleri (Bazıları)

Hikayeleri

1936 Semaver
1939 Sarnıç
1940 Şahmerdan
1948 Lüzumsuz Adam
1950 Mahalle Kahvesi
1951 Havada Bulut
1951 Kumpanya
1951 Havuz Başı
1952 Son Kuşlar
1954 Alemdağ'da Var Bir Yılan
1954 Az Şekerli
1955 Tüneldeki Çocuk

Diğer Eserleri

1944 Medarı Maişet Motoru (roman)
1953 Kayıp Aranıyor (roman)
1953 Şimdi Sevişme Vakti (şiir)
1954 Yaşamak Hırsı, Georges Simenon (çeviri)
1956 Mahkeme Kapısı (röportaj)
Sait Faik Abasıyanık Kimdir? Biyografi Sait Faik Abasıyanık Kimdir? Biyografi Biyografistan Sait Faik Abasıyanık Hayatı, Sait Faik Abasıyanık Biyografi, Sait Faik Abasıyanık Eserleri ve hakkında bilgi... Sait Faik Abasıyanık (Mehmet Sait) , 23 Kasım 1906 yılında Adapazarı'nda doğdu. varlıklı bir ailenin çocuğu olmanın verdiği rahatlıkl... 4.5 5

Hiç yorum yok: